18 Şubat 2013 Pazartesi

Life of Pi (Pi'nin Yaşamı)



Kendimizin ötesinde, hayatımıza egemen olan ve onu belli bir plan doğrultusunda yönlendiren, bizimle ilgilenen bir varlığın yani insan hayatına egemen ve bizzat müdahale eden bir Tanrı’nın var olduğunu fark etmemiz için mutlaka Evren’in ortaya çıkışındaki hassas ayarı bilmemiz, teleolojik deliller üzerine kafa yoracak kadar donanımlı olmamız yahut vahiy / ilham yoluyla ilahî olanla irtibat kurmamız gerekmez. Elbette bu deliller de önemlidir ama sıradan bir insan gündelik yaşamda küçük gözlemler yaparak da bu konuda makul sonuçlara varabilir. Örneğin, büyük şehirlerdeki yaşamımız buna güzel bir örnek teşkil eder. Türlü özelliklere sahip milyonlarca insanın bir arada yaşadığı, kalabalık, karmaşık, hatta binlerce tehlike ve ölüm riskiyle dolu bu şehirlerde trafik kurallarını ihlâl eden çılgın sürücülerle dolu caddelerde araçlara binerek kaygısızca seyahat eder, hiçbir önlem alınmamış yıkık dökük inşaat alanlarının önünden geçer, türlü hastalıklar taşıyan insanların içinde bulunduğu toplu taşıma araçlarını kullanır ve yine de hayatımızı pek çoğumuz sağ salim devam ettiririz. Alıştığımız için artık yadırgamayıp, normal kabul ettiğimiz bu yaşantı aslında mucizevîdir (sıra dışıdır) ve sağduyulu bir insana “Kaç tane tesadüf (!) ard arda gelirse ardında bir bilinç aranır?” sorusunu sordurtmak ve bu yaşamın bizim dışımızda bir güç tarafından yönetildiği, belli bir plana yönelik devam ettirildiği sonucuna götürmek için –bence- tek başına bile yeterlidir.

Lafı fazla uzatmayıp, şu an vizyonda olan ve 11 dalda Oscar’a aday gösterilmiş Life of Pi adlı filme gelelim, öncelikle filmin bugüne dek izlediğim en etkileyici filmlerden biri olduğunu söylemeden edemeyeceğim. Sadece konusuyla, tartışmaya açtığı kötülük problemi, Tanrı inancının rasyonelliği/ irrasyonelliği, inancın bir ihtiyaç olup olmadığı gibi din felsefesine dair önemli sorularıyla da değil, görseliyle, müzikleriyle, her şeyiyle dolu dolu, insanları düşünmeye, sorgulamaya yönlendiren bir film Life of Pi. Böyle bir filmle karşılaşınca, her ne kadar blogumda film-kitap analizi yazmak gibi bir âdetim olmasa da bu film hakkında muhakkak bir şeyler karalamam gerektiğini düşündüm.
Filmi iki kez izledim. Bazı sahnelerde, çocukluğumda Mayıs ayı gibi çileğin yeni çıktığı ve pazarda ilk kez satılmaya başlandığı gün, eve döndükten sonra annemin bunları yıkayıp üzerine pudra şekeri serpip bana verdiğinde hissettiğim duyguyu yaşadım. Yazacaklarımın bundan sonraki kısmını filmi izlememiş olanların okumasını önermiyorum.  Zira bu filmle ilgili herhangi bir analiz okuduktan sonra filmi izleyecek olurlarsa hem normalde alacaklarından daha az keyif alacaklar, hem de bence yazarın (Yann Martel)/ senaristin (David Magee)/ yönetmenin (Ang Lee), gerçeğin seçimini izleyiciye bırakma çabası heba olacaktır.        
Filmin konusu şöyle, laik ve liberal bir ailede ortamında yetişen, küçük yaşlardan beri dinlere ilgi duyan, hayatının anlamını bulmaya çalışan Pi (Piscine Patel), ailesiyle birlikte Hindistan’dan, babasının sahip olduğu hayvanat bahçesinin hayvanlarını satmak ve yeni bir yaşam kurmak üzere Amerika’ya giderken,  içinde bulundukları Japon kargo gemisi batar. Gece yarısı uykusundan aniden, uyanan ve güverteye çıkıp dalgaları, fırtınayı izleyen Pi,  kendisini içinde kısıtlı erzak bulunan bir filikada, bota binmeyi başarmış olan kırık bacaklı bir zebra, yırtıcı bir sırtlan, Richard Parker adındaki kaplanları, Orange Juice adındaki orangutan ve bir sıçanla birlikte bulur.  Yolculuğun henüz başlarında, sırtlan zebrayı öldürür, içlerindeki en insansı hayvan olan orangutan sırtlanı cezalandırmak ister ve bu sırada sırtlan tarafından saldırıya uğrayıp öldürülür ve nihayet besin zincirinin en üstündeki hayvan olan kaplan Richard Parker, sırtlanı öldürür ve sıçanı yer. Bundan sonra yaklaşık 1,5 saat Pi ve Richard Parker’ın (ve bilhassa da besin zincirinin en üstündeki Richard Parker’la aynı botta bulunan Pi’ın) okyanusun ortasında 227 gün boyunca süren ölüm-kalım savaşını, atlattıkları badireleri, heyecan dolu maceraları, bu olaylarla paralel Pi’ın Tanrı’yı arayışını ve inancındaki değişimleri izleriz. Filmin sonlarına yaklaştığımızda Pi ve Richard Parker karaya ulaşır. Richard Parker ardına bile bakmadan çeker ve gider. Pi ise kendini hastanede bulur. Filmin en önemli ve vurucu kısmı hastanede, geminin batış sebebini öğrenmek için sigorta şirketi tarafından gönderilmiş Japon görevlilerin Pi ile aralarında geçen diyalog esnasında ortaya çıkar. Kazanın sebebini ve nasıl gerçekleştiğini öğrenmek isteyen görevlilere Pi, bizim de 1,5 saat boyunca izlediğimiz kaplanlı macerayı anlatır.  Japonların bu macerayı garipsemesi ve bunu bu şekilde yazamayacaklarını söylemelerinin üzerine  Pi, sanki o an uyduruyormuşcasına (?!), göz yaşları içinde yeni bir hikaye anlatır. Bu alternatif öyküye göre, batan gemiden kurtulup filikaya binebilenler, akşam yemeği dağıtılırken Pi’ın babasıyla takışan agresif aşçı, sempatik Budist bir genç, Pi’ın annesi ve Pi’dır…  Saldırgan aşçı önce Budist genci öldürür ve onu yer, buna karşı gelen ve sinirlenen annesi aşçının saldırısına uğrayarak can verir. Aşçı kurtarma botunda kazara bulunan sıçanı da yer. Tüm vahşete şahit olan Pi ise aşçıyı öldürür ve maceraya yalnız başına devam eder. Yani bu yeni öyküye göre aşçı hayvanlardan sırtlanken, anne orangutan, ayağı kırık zebra Budist genç, Pi ise kaplandır.
Her ne kadar ilk izleyişimde kendimi ilk yani kaplanlı hikâyeye yakın bulmuş olsam da, (protagonistimiz Pi de bunu seçse de ve Tanrı’nın da bunun daha iyi bir hikâye olduğunu düşündüğünü düşünse ve dile getirse de) satır aralarından filmin vermek istediği mesajın anti-teist yani din karşıtı bir mesaj olduğunu okumuştum.  Fakat daha sonra film üzerinde düşündükçe ve ikinci kez izleyince mesajın, hangi hikâyenin gerçek olduğunun kararının izleyiciye bırakıldığını düşünmeye başladım.  Filmi güzel yapan şey de aslında buydu.
İnsan zihni garip. Geçenlerde ted'de mutluluk üzerine hoş bir konuşma izledim. Burada konuşmacı, kişinin olayları iki şekilde algıladığından bahsediyordu. Biri deneyimleyen benlikti (experiencing self); olayları yaşayan, “o andayken” acı çeken ya da mutlu olan… Diğeri ise hatırlayan benlikti (remembering self), anıyı/ yaşananları beynindeki klasöre bir nevi pozitif-negatif vs. şeklinde etiketleyip koyan. Konuşmacı “hatırlayan benliğin” aslında bir "storyteller" yani masalcı olduğunu söylüyordu.  Örneğin, 20 dakika boyunca çok güzel bir konser kaydı dinleyen birisi, kaydın son 30 saniyesinde cızırtı olduğu için 20 dakikalık deneyimi aslında gayet olumlu olmasına rağmen deneyim hakkında mutsuz anılara sahip olabiliyor ve bunu negatif bir anı olarak kaydedebiliyordu. Bazen de tam tersi oluyordu. Kötü bir deneyim, sonu iyi bittiği için pozitif ve mutluluk verici bir anı olarak yaftalanabiliyor, öyle anımsanabiliyordu. Videoyu izlemek isterseniz şuradan ulaşabilirsiniz: http://www.ted.com/talks/daniel_kahneman_the_riddle_of_experience_vs_memory.html
Life Of Pi’da da gerçek hikâyenin hangisi olduğunu bilmemiz mümkün değil gibi gözüküyor.
Çünkü gerçek olan ikinci (insanlı) hikaye de olsa, yolculuk boyunca karşılaştığı deneyimlerin ona “hissettirdiklerinin” birinci yani kaplanlı hikâye olması, bu sebeple olayı bu şekilde aktarmayı tercih etmiş olması gayet mümkün.
Hangi hikâyenin gerçek olduğu hakkındaki delillerin film boyunca zaman zaman her iki hikayenin lehine değiştiğini düşünsem de (Mesela kullanma kılavuzunda bulunan, filikada etobur bir hayvanla bir aradaysanız diyen sahne ikinci hikayenin gerçekliğinin lehineyken, ikinci hikayede Pi’ın sıçanı aşçının yemiş olduğunu söylemesi –ilk hikayeye göre kaplan yemişken- birinci hikayenin gerçekliğinin lehinedir) yani bence kasıtlı olarak bunun seyirciye bırakıldığı kanısına varmış olsam da her iki hikaye üzerine yapmak istediğim birkaç çıkarımla devam edeyim.
A)     İkinci hikâyenin gerçek olduğunu varsayarsak filmin verdiği belli başlı mesajlar şunlar olabilir:
Çıkarsız sevgi ancak çocuklukta olur. (Çocuk Pi’ın Richard Parker’ı eliyle beslemek ve onunla iletişim kurmak istemesi, onun bir ruhu-bilinci olduğuna inanması ve kaplanın gözlerinde gördüğüne kendi yansıması ve düşünceleri haricinde bir anlam yüklemesi) Hayatın acımasızlıkları karşısında bu çıkarsız sevgi yerini çıkara dayalı bir sevgiye bırakır. Her merhamet-sevgi kisvesinin altında aslında bir çıkar vardır. Pi’ın okyanus macerası boyunca kaplanın yaydığı korku sayesinde yaşama bağlanması ve böylelikle mücadelesine devam edebilmesi bir çıkar olduğu gibi, Tanrı’ya inanması bile aslında bir çıkardır çünkü onun kendi içindeki boşluğu doldurmasına, yalnız hissetmemesine, var olmak için bunca çaba harcamasına ve eziyete katlanmasına bir alt yapı hazırlamaktadır, anlam kazandırmaktadır.

Tanrı’ya yani kaplanlı hikayenin gerçek olduğuna inanmak, aslında yeryüzünde etobur bir ada olduğuna da başka fantastik / masalsı şeylerin olduğuna da inanmakla eşdeğerdir.
Çocukluk yıllarında o dalga konusu olduğu ismine egosunun savunma mekanizmalarını* kullanarak zekice bir çözüm üreten Piscine, bu kez de bu mekanizmaları, gözünün önünde gerçekleşen ve ruhunu derinden zedeleyen olayları unutmak ve bu acımasız dünyada var olma isteğini, yaşam mücadelesini anlamlı kılmak, rasyonalize etmek için kullanır ve Tanrı’ya inanmayı seçer.
Böylelikle Pi aslında babasına verdiği rasyonel bir inanca sahip olacağı sözünü de tutmuştur. Çünkü artık onun dünyasında, ihtiyaçtan dolayı inanmak ve bu sayede akıl sağlığını koruyabilmek, tekrar mutlu olabilmek belki de en rasyonel olandır.
“Kötülük problemi”** (polio hastalığı) babasının inancını yitirip ateist olmasına neden olmuşken, Pi’ın bilinçaltı okyanusta yaşadığı olayları “kötülük problemi”,  olarak algılamaktansa imtihan olarak algılamayı yeğler.

B) İlk hikâyeye dönecek olursak… Gerçek olan o ise filmin mesajını şöyle yorumlayabiliriz:
Pi hayattaki her şeyin mucize olduğunu, yani mucizenin “sadece” Tanrı’nın fizik vs. kurallarını askıya aldığı durumlarla sınırlandırılamayacak olduğunu düşünen biridir.
Örneğin, gemi batmadan az evvel, gece yarısı ansızın uyanmasını, kendisinin de anlam veremediği bir güç tarafından uyandırılmasını, kaderi olarak yorumlar; bu onun için bir mucizedir. Çünkü ortada hayatına yön veren ve aslında kendi iradesi dışında gelişen bir durum vardır. Bu sebeple hayvanlarla birlikte bindiği filikayı kutsal kitaplardan öğrendiği Noah’s Arch’a (Nuh’un gemisi) benzeterek, kendi filikasını Pi’s Arch (Pi’nin Gemisi) olarak yorumlar.
Burada bir antrparantez açarak İslam dini açısından duruma bakarsak, Kuran’da mucize kelimesi “ayet” kelimesi ile ifade edilir. Yani aslında her şey ayettir, Allah’ın varlığının bir delilidir. Bu bağlamda gündüzün ve gecenin birbiri ardınca gelişi de bir ayettir (2:164); Hz. İbrahim’i ateşin yakmaması (21:69) yahut havarilere gökten sofra inmesi de (5:114-115)… İslam’da mucize/ ayet sadece Tanrı’nın kendi koyduğu yasaları bir süreliğine askıya alması değil, buna ek olarak o yasalar çerçevesinde olan nizamdır da.
Parantezi kapatıp filme dönecek olursak, ilk hikayeye göre 227 gün boyunca dinlerden harmanladığı öğretilerin bilgeliği Pi’ın yaşam mücadelesini kazanmasına katkıda bulunmuştur. Bunları deneyimlerinden edindiği bilgelikle sentezleyen Pi, bilinciyle (ruhuyla) ve zekasıyla hayvandan ayrılan insanın besin zincirinin en üstündeki bir hayvana hükmedebileceğini ve ondan farklı olduğunu anlamıştır; bu da onu (antropik ilke) Tanrı'ya ve dinlere  biraz daha yaklaştırmıştır. Lakin maceranın başında Vişnu'ya dua eden Pi, fırtına sahnesinde artık Rahman ve Rahim olan (Compassionate and Merciful) Allah’a yakarmaktadır.

Hayattaki her şeyi mucize olarak algılayan biri için teistik bir Tanrı’nın kendisi için etobur bir ada yaratmış olması (nasıl ki Hz. İsa ölüleri diriltiyorsa, cehennemin ortasında yanmayan ağaç oluyorsa) gayet mümkün bir olaydır. Nitekim, deizmin tanrısından farklı olarak teizmin tanrısı kendi yazdığı fizik, biyoloji vs. yasalarının kölesi-hizmetçisi değil, onları gerektiğinde bir süreliğine askıya almaya muktedir olanın ta kendisidir. Bu arada insan eti yiyen bakteriyle / yosunla kaplı “bilinen” bir etobur ada olmasa da bu çok da fantastik bir şey değildir aslında şunların var olduğu düşünülürse:
Elbette bu ada aslında hallucinogen*** bitkilerle dolu bir yer de olabilir. Nitekim Pi adaya ayak basar basmaz garip bir bitki yemiştir. Bu bitkinin bilinç halini değiştiren, halüsinasyonlara sebep olan, Şamanların ve diğer mistiklerin binlerce yıldır mistik tecrübe yaşamak amacıyla ritüellerinde kullandıkları doğal bir sanrılandırıcı olması da ihtimal dâhilindedir. Hatta ve hatta “acid” kelimesine yapılan vurgu bu amaçla bile olabilir.
---
Pi’ın inanış tarzını tasvip ediyor değilim. Nitekim ben bu konuda Pi gibi değil, babası gibi düşünenlerdenim. Yani “her şeye aynı anda inanmak demek,” bence de “aslında hiçbir şeye inanmamaktır”. Lakin Hindistan gibi bir ülkenin vatandaşı olmasına rağmen, Pi’ın körü körüne ata dinine uymak yerine, bir sorgulama sürecine girmesi, inanç sistemini bu sorgulama sürecinin sonunda oluşturması hayranlık verici.
İzlediğimiz/ dinlediğimiz hikâyelerden hangisi gerçek olursa olsun ortada yadsınamaz bir realite vardır o da genç bir çocuğun 227 gün boyunca, bir filikada, okyanusun ortasında inanılmaz tehlikelerle karşı karşıya gelmiş olması, tüm bu tehlikelere rağmen hayat mücadelesinde galip gelmiş olması, eski yaşantısına geri dönerek bir aile kurmayı başarmış olmasıdır ve tüm bu “realite” mucize değildir de nedir?
Einstein der ki “Hayat iki türlü yaşanır. Ya her şey mucizeymiş gibi ya da hiçbir şey mucize değilmiş gibi…” Filmin de aslında tartışmaya açtığı temel argüman bence tam olarak budur.
Sevgiler
---
***Hallucinogen: http://en.wikipedia.org/wiki/List_of_psychoactive_plants
http://deep6inc.com/previewlsd16.html